Katılırsınız katılmazsınız, beğenirsiniz beğenmezsiniz, birinin ak dediğine siz kara; sizin az dediğinize başkası çok diyebilir. Bu normal görünse de konuya yakından bakınca derin mevzularla alâkası ortaya çıkıyor.
Algı operasyonu ve algı yönetimi sakızlarının şapırtısı arasında bir reklamcı geçenlerde feryâd ediyordu: “İnsanların inanç ve algılarını değiştiremezsiniz!” Şaşırtıcı olan, bu lafların tam da buna çalıştığı düşünülen bir meslek erbabının, bir reklamcının ağzından duyulmasıydı. İletişim, kitleleri etkileme, zihinleri çelme, davranış değiştirme mesleğinden gelen biri aykırı bir iddiada bulunuyordu.
Muhtemeldir ki, siz bu yazıyı okurken, tam şu anda, içinizden gelen bir duyguyla, ya “inanç ve algılar değiştirilebilir” tarafına, veya “değiştirilemez” kanadına kaymışsınızdır. (İçinizdeki bir sesten bahsediyoruz. Arada “Dur hele, laf nereye gidecek bakalım” diyen iç seslere de saygımız var elbet.)
İşte şimdi “Gönül Kayar Beyin Uyar” testini uygulamanın tam zamanı. Hipotezimiz şu ki, bu yazıda aktarılan denenmişlikler, değiştirilebilirci okuyucularla, değiştirilemezci okuyucular tarafından farklı yerlere çekilecek. Yazıyı herkes kendi tarafınca, kendi duruşunca yorumlayacak. Kimilerinin aklına yatacak, kimilerinin yatmayacak. Ama yorumları bu duruşlarıyla acaba ne derecede uyumlu olacak?
Aklına yatmayan denesin diyeceğim ama, “akla-mantığa da pek güven olmuyor”muş. Onu da öğrendik. Hem de bir değil birçok araştırmacı böyle söylüyormuş.
Genellikle ve çoğumuz, yorum, tercih ve kararlarımızda objektif, tarafsız, hakkaniyetli, mantıklı, rasyonel davrandığımızı iddia eder, bundan şüphe bile duymayız. Hatta daha ileri gider, ters yöndeki iddiaları şiddetle reddeder, bulduğumuz ve bulacağımız delil ve bilgilerle “doğruluğumuzu” desteklemeye, başkalarının “yanlışlıklarını” ortaya çıkarmaya girişiriz. Yalan mı?
Misal. Kilo vermeye niyetlenmişsek, sık sık tartıya çıkar, sonucuna bakarız. Yukarıdan gösterince tartıdan iner, tekrar biner, dikkatlice basarız, üstümüzdekileri çıkarır, tekrar bakar, en azından hesaptan düşeriz. Gözlerimize, tartıya, manzaraya inanamaz, bahaneler ararız.
Peki tartı aşağıdan gösterdiğinde ne yaparız? Oh ne güzel der, güne güzel başlar, kilo vermişim diye etrafa caka satarız. Öyle değil mi?
Bizi mutlu eden bilgi ve sonuçları hemen, tartıp düşünmeden kabullenir; mutlu etmeyen durumları kendi lehimize yorumlamaya, sonuç ve bilgilerden şüphelenmeye, açıklamalar ve bahaneler üretmeye girişiriz. Yönümüz mutluluğa, sırtımız mutsuzluğa dönük, yaşar gideriz.
Bizi kuşatan çevreye, dünyaya, olup bitenlere, etrafımızdakilere ayrımcı bir gözle bakar, her birini farklı düzlemlerde ele alır, ayrı kriterlerle değerlendirir, ona göre tepkiler veririz. Kısacası, nalıncı keseri elimizden hiç düşmez, hep lehimize yontarız.
Hepimiz biliriz: İyi not talebenin, kötü not hocanındır. Not iyiyse öğrenci kendisi almıştır, kötüyse hoca vermiştir. Not iyiyse haketmiştir, kötüyse hakkı yenmiştir.
(Bunun bizdeki versiyonu da şu: Yeni kıyafetimizi beğenenler çoksa, biz almışızdır, değilse, bize satmışlardır.)
Her halükârda, hepimiz, aklı başında, mantıklı, dürüst, hakkaniyetli insanlar olduğumuzu düşünür, bu yönlerimize toz bile kondurtmayız.
Biliriz ki, bu olup bitenlerin hepsi bizi ve tepkilerimizi yönettiğini düşündüğümüz beynimizde gerçekleşir. Lakin beynin aslında ne yaptığının hiç de farkında olmaksızın davrandığını ne beynimiz ne de biz hiç düşünmeyiz. Dahası, böylesi yanılgılara, algılara, inançlara dayalı kritik durumlarda, beyin tam tersine bir yola gittiğini bile “görememektedir.”
Bilir misiniz ki, samimiyet, dürüstlük, hakkaniyet konularını gönüllerine yerleştirememiş insanlar, beyinlerinde ve dillerinde bu kelimelerden bolca bulundururlar. Kendilerini başkalarına nazaran daha dürüst, samimî ve âdil bulurlar. Dahası, kendi yanlışlık, haksızlık ve kabahatlerini başkalarına yüklemeye girişirler…
Beyin kendi sahtelik ve sahtekârlığını başkalarına yıkıp, onlara satarken de yaptığının farkında olamayacak kadar zayıf bir organ.
İnsanlar insanın kendi kendini aldatabileceğinin farkına varabilseler de, kendilerinin de insan olduklarını pek farkedemeyebiliyorlar. (Biraz ağır bir laf mı oldu ne?)
Sıradan insan olmakla uzman olmak bu bakımdan hiç farketmiyor. Derin araştırmalara bile ihtiyaç yok. Basit gözlemlerin de işaret ettiği gibi, “İnsanların çoğu, insanların çoğundan daha tarafsız olduklarını iddia ediyorlar.” Nasıl bir şeyse bu!
Ne kadar taraflı değerlendirme yaptıklarının hekimlere sorulduğu bir araştırmada, meslektaş hekimlerin % 84’ünün ilaç firmalarının hediyelerinin etkisinde kaldıklarını; buna mukabil, aynı deneklerden sadece % 16’sının şahsen bu hediyelerden benzer şekilde etkilendiklerini, ifade ettikleri saptanmış. Başkası öyle, kendine gelince durum değişiyor, yani. Başkaları yapıyor, ama ben yapmıyorum, vaziyeti.
İlaç firmalarının sağlık gibi bir alanda hâlâ promosyonlarla, hediyelerle taraftar toplayabiliyor olmaları da mânidar.
Manidar olan başka bir husus da, etrafımızda hepimizi kuşatan, cüzdanımızdan pay almaya çalışan ve bunun için akla hayale gelmeyecek yolları ve araçları kullanan pazarlamacıların durumu.
Üç paralık promosyonlarla kendilerine hâlâ müşteri toplayabilmeye devam eden pazarlamacılar ve bunlardan etkilenen kitleler?
Sahi, bunları nereye koyacağız?
Beynimize değil, gönlümüze soracağız.
Öyle mi? Değil mi?